Home
SANITAS MAGISTERIUM EDUCATION
Workspaces and Experiences
Lecture Notes
Course Videos
International Journal of Health Administration and Education
Online Books
International Meetings
Stories To Myself
Contact
 Quick Access
- Home Page
- About Us
- Services
- News
- Articles
- Contact
SERVICES
HomeServices « back
Yonetim ve Organizasyon Trakya Sağlık Yönetimi Bahar Dönemi

http://aysegulyildirimkaptanoglu.com/rsmlr/dosya/yonetimorganizasyonfull.pdf 

Yöneticinin tanımında yönetimin “başkaları vasıtasıyla iş yapmak” olduğu hatırlanırsa yönetici de başkaları vasıtasıyla iş yapan kişidir. 

Yönetimin tanımını yapmak.

Yönetim, hem kavram ve düşünce olarak hem de uygulama olarak, tarih boyunca insanların dikkatini çekmiş ve bir tartışma konusu olagelmiştir. Tarihi süreç içinde farklı anlamlar yüklenen ve farklı uygulamalara sahne olan yönetim, günümüzde de önemini korumakta ve farklı disiplinler içinde tartışılmaktadır. Tarihi süreç içinde ele alındığı zaman, yönetimin öncelikle “aile”ler için söz konusu olduğu düşünülebilir, çünkü, ortak yaşama zorunluluğu işbirliği yapmayı, anne ve/veya babanın otoritesi altında faaliyetleri yürütme sonucunu doğuracaktır. Diğer bir deyişle, “aile”, yönetime konu olan ilk kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha sonra, birbirine yakın olan ailelerin oluşturduğu “kabileler” yönetimin konusunu teşkil etmiştir. Yine bu aşamada, kabilelerin güvenliğini sağlamak üzere, kabile içinde ayrıca örgütlenmiş olan “savaşçı birimler” yani “ordu” yönetimi söz konusu olan bir kurum olarak gelişmiştir. Son aşamada ise, “devlet”ler yeni bir yönetim alanı olarak ortaya çıkmışlardır.

Yönetim kavramı, değişik bilim dalları bakış açısıyla farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Sosyologlara göre yönetim, bir sınıf ve statü sistemidir, çünkü yönetim örgüte bilgilerini getiren seçkin kişilerden oluşmaktadır. Modern toplumlarda ilişkilerin karmaşıklığının artması yöneticilerin üstün zekalı ve öğrenim görmüş olmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu sınıfa girebilmek ailevi bağlar ve siyasi ilişkiler yerine daha fazla öğrenime ve bilgiye dayanmaktadır.

Siyaset bilimcilerine göre yönetim; devlet yönetimi veya iktidarın örgütlenmesi anlamına gelir. Bu anlamda, yönetim daha çok devletle ilgilidir ve her türlü örgütlenmeyi ve onlara egemen bir tek örgütü ortaya çıkarır. Devlete ait her türlü faaliyet yönetimin konusunu oluşturur. Bu bağlamda, yönetim, bazen emir verme, hükmetme ve otorite ilişkilerini kapsarken; bazen otoriteyi ele geçirme yolu olarak tanımlanır. İktisatçılara göre yönetim; tabiat, emek ve sermayeyle birlikte üretim faktörlerini oluşturur. Sanayileşen bir ülkede, sermayenin ve emeğin yanında yönetime duyulan ihtiyaç artar. Bir işletmenin yönetimi genellikle işletmenin verimliliğini ve karlılığını tayin eder.

Yönetim ve organizasyon düşünürlerine göre yönetim; başkaları aracılığıyla amaçlara ulaşmak ve iş görmek olarak ifade edilir. Bu açıdan, amacı ne olursa olsun yönetim, bir grup faaliyeti olarak ortaya çıkmakta ve yöneten ile yönetilen ilişkisi doğmaktadır. Buradan hareketle yönetimin bir taraftan, “ne yapılması gerektiğini belirleme ve bu amacı en iyi biçimde başkaları aracılığıyla gerçekleştirme” çabası; diğer taraftan, “işbirliğinde bulunan bir grubun faaliyetlerini ortak amaçlar doğrultusunda sürdürme süreci” olarak ele almak gerekir. Bu yaklaşımdan hareketle, yönetimin hem bir işbirliği, hem de bir faaliyetler dizisi olduğu söylenebilir. Öyleyse, yönetim; amaçların etkili ve verimli bir biçimde gerçekleştirilmesi amacıyla bir insan grubunda işbirliği ve koordinasyon sağlamaya yönelik faaliyetlerin tümünü ifade eder.

Başka bir tanımla, yönetim; örgütün amaçlarına ulaşabilmesi için insan ve fiziksel kaynakları en etkin ve düzenli bir biçimde sağlayan, yerleştirilmesini ve kullanımını koordine eden, onu çevresi ile dinamik bir denge içinde tutabilen bir süreçtir.

Yukarıda sıralanan tanımlar incelendiğinde yönetimin; başlıca üç nokta üzerinde odaklaştığı görülmektedir. Bunlar; ortak bir amacın olması, bir insan grubunun bulunması ve insanların ortak amacın gerçekleştirilmesi için işbirliğinde bulunmalarıdır.

Genel anlamda yönetim, ” belirli bir işbirliği ve ilişki sistemi içinde bir araya gelen insanların, ortak amaçlarını gerçekleştirmek üzere yapacağı faaliyetlerin düzenlenmesi süreci” şeklinde tanımlanabilir. İşletme yönetimi kavramı ise, işletmelerin ortaya çıkmasıyla birlikte gelişmiştir. İşletmelerin bugünkü anlamda ortaya çıkışının, sanayi devrimiyle birlikte olduğu söylenebilir. Sanayi devriminden önce insanlar, kendileri için üretiyorlar, hayatlarını devam ettirmek için çalışıyorlardı. Dolayısıyla küçük üretim birimleri yeterli olmaktaydı.

Sanayi devriminden sonra üretim makineleşmeye başladı ve gelişmiş teknolojinin de yardımıyla çok sayıda işçinin çalıştığı, tüm topluma yetecek kadar kitle üretiminin yapılabildiği fabrika sistemleri meydana geldi. Böylece, sanayi devriminden sonra işletmeler toplumun en önemli kurumu olarak ortaya çıktı. İşletme yönetimi, işletmeleri inceler ve işletmelerin iyi çalışabilmeleri, başarılı mal ve hizmet üretebilmeleri için ne şekilde örgütlenip, hareket etmeleri gerektiğini araştırır. İşletmelerin ölçeği küçük ve üretim işletme sahiplerinin kendi ihtiyaçlarını karşılamak için yapılırken, bunların yönetimleri de kolay olmakta ve fazlaca işletmecilik bilgisini gerekli kılmamaktaydı. Üretim tekniğini bilmek, başarılı bir üretim için yeterli oluyor, bu da amaçların gerçekleştirilmesini sağlıyordu. Oysaki, işletmelerin büyüyerek karmaşıklaşması, pazar için üretim yapar hale gelmeleri modern işletme yönetimini gerekli kılmıştır.

Sonuç olarak, yönetim bir grup faaliyeti ve sosyal bir olgudur. Dolayısıyla her türlü grup ve örgüt içinde geçerlidir. Diğer bir deyişle, yönetim en küçüğünden (aile) en büyüğüne (devlete) kadar bütün örgütlerin işlevidir.

Kaynak: http://notoku.com 

OKUMA PARÇALARI : ÖNEMLİUtanmış

http://mebk12.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/63/09/973840/dosyalar/2014_04/04082948_zet.pdf

http://lms.atauni.edu.tr/FileUploads/Src/53fd2a7b-54d5-4d8d-be19-88ce4ccd1e7f/POL%C4%B0TAM-POL%C4%B0TAM107-%C3%9Cnite%204.pdf 

AÖF Notları :

 

İnsan doğasının sosyal yaşamı zorunlu kılan yönü, işbirliği ve işbölümü esasına dayanan toplumsal bir yaşam biçimini ortaya çıkarmıştır. Buna bağlı olarak da insanlar belirli ilkeler ve kurallar etrafında birleşerek çeşitli sosyal örgütleri meydana getirmişlerdir. İnsanlık tarihi boyunca bu kurallar ve ilkeler değişim göstermiş ve farklı yönetim anlayışlarının doğmasına neden olmuştur. Yönetim anlayışlarını, tarihsel gelişim sürecini dikkate alarak klasik yönetim anlayışı ve çağdaş yönetim anlayışı olarak iki temel başlık altında incelemek mümkündür. Bunlar günümüzün yönetim anlayışını açıklamak için altyapı oluşturacaktır.

Klasik Yönetim Anlayışı  ÇOK ÇOK ÖNEMLİ

Tarihin başlangıcından sanayi devrimine kadar yönetim ve organizasyon faaliyetleri genellikle toprak, din ve askerlik üzerinde yoğunlaşırken kısmen de küçük iş birimlerinde kendini gösteriyordu. Bu dönemde müşteri talepleriyle sınırlı, siparişe dayalı az sayıda üretim biçimi vardı; yönetim ve organizasyon uygulamalarına geleneksellik hâkimdi. Yönetim daha çok deneyime, sezgilere ve sağduyuya dayalıydı; yöneticiler genelde baskıcı ve otokratikti.

Sanayileşme sürecinde tarımdan sanayiye, küçükten büyüğe, birim üretiminden kitle üretimine geçişle birlikte yönetim anlayışında da önemli değişmeler oldu. Bu değişimin başlangıcı sayılan klasik yönetim anlayışında, bilimsel yönetim, yönetim süreci ve bürokrasi olmak üzere üç temel yaklaşım vardır. Klasik yönetim anlayışı 1930’lu yıllara kadar geçerliğini korumuştur. Daha sonra insan unsurunu ön plana çıkartan insan ilişkileri yaklaşımıyla neoklasik yönetim yaklaşımı geliştirilmiştir. Ancak bu yaklaşım da esas olarak klasik yönetimin temel ilkeleri üzerine yapılandırıldığı için aynı başlık altında incelenecektir.

19. Yüzyılda Frederick W. Taylor (1856-1915), yönetim bilimine önemli katkılar yapan çalışmalarla tarihe adını yazdırdı. Bu dönemde Taylor, arkadaşları ve daha sonra izleyenleri tarafından geliştirilen bu yönetim yaklaşımına “bilimsel yönetim yaklaşımı” ya da “Taylorizm” adı verilmiştir.

Taylor’a göre yönetim gerçek bir bilimdir ve temeli açıkça tanımlanmış kanunlara, kurallara ve ilkelere dayanır. Bu yaklaşımla Taylor, fiziksel görevlerin verimliliği sağlayacak biçimde yapılabilmesi için gerekli olan en iyi yönetim ilkelerini ortaya koymuştur. Bu ilkeler, tüm işlerin, iş yaparken kullanılan araçların ve yöntemlerin standartlaştırılmasını; işlerin en kolay yoldan ve kısa zamanda yapılabilmesi için hareket ve zaman etütlerinin yapılmasını; çalışanların bilimsel yollarla seçilmesini ve eğitilmesini; çalışanların teşvik edilmesi için parça başı ücret sisteminin uygulanmasını; uzmanlaşmayı sağlayacak fonksiyonel ya da bölümlere göre ayrılmış ustabaşılık sisteminin uygulanmasını gerektirmektedir. Taylor tarafından geliştirilen bu yönetim ilkeleri, çağında büyük bir devrim yaratmış ve üretimde verimliliğin artmasını sağlamıştır. Bugün geçerli olan çağdaş yönetim tekniklerinin temelinde de bu ilkeleri bulmak mümkündür.

O dönemin diğer bir bilimsel yöneticisi Frank Gilberth’di; Lillian Gilberth ile birlikte yaptıkları zaman ve hareket etütleriyle, gereksiz hareketleri ortadan kaldırarak işleri basitleştirmeyi, yorgunluğu azaltmayı ve işin daha kısa sürede yapılmasını amaçlamışlardı. Taylor’un çağdaşı olan Henri Fayol da (1841-1925) yönetim sürecinin analizi için düşünsel bir çatı sunmuştur. Fayol tarafından yönetim faaliyetleri birbirini izleyen, belirli fonksiyonlardan oluşan bir süreç olarak ele alınmış; yapıyla, süreçlerle ve sonuçlarla ilgili bazı ilkeler geliştirilmiştir. Genel olarak Taylor ile Fayol arasındaki temel farkın, Taylor’un işçilerden beklediğini Fayol’un yöneticilerden beklemesi olduğu söylenebilir.

Aynı dönemde Max Weber (1864-1920), bürokrasiyi ideal bir örgüt biçimi olarak önermiştir. Bürokratik yapının herhangi bir yapıya göre daha üstün olduğunu düşünen Weber’e göre, ileri derecede uzmanlaşma, katı bir hiyerarşik yapı, bilimsel olarak saptanmış ilke ve kurallara dayalı yönetim, çalışanların sadece kendilerine söylenenleri yapmaları ve inisiyatif kullanmamaları, işe atamalarda ve yükseltmelerde liyakata önem verilmesi etkenliği artırır.

1924-1933 yılları arasında Elton Mayo ve arkadaşları Hawthorne deneyleriyle yönetimin davranış alanına büyük katkılar yapmıştır. Bu katkılar sonucunda doğan insan ilişkileri hareketi, yönetimde yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştur. Bu döneme kadar yönetime hâkim olan görüşün “örgüt verimliliğinin ancak formel yapı ve kanallar yoluyla artırılabileceği” yönünde olması nedeniyle, Mayo, deneylerine ışıklandırma, ısıtma, yorgunluk ve fiziki yerleşim düzenlerinin işçilerin verimlilikleri üzerindeki etkilerini ortaya çıkartmak amacıyla başlamıştı. Fakat yapılan deneylerin en önemli bulgusu, fiziksel çalışma koşullarının iyileştirilmesine rağmen verimliliğin tamamen kontrol altına alınmasının mümkün olmadığıydı. Bu nedenle Mayo, daha sonra işçilerin davranışlarını fiziksel, psikolojik, ekonomik ve diğer yönleriyle incelemiş; elde ettiği sonuçların geniş sosyal örgütler ve yönetim üzerindeki etkilerini izlemiştir. Bu çalışmalardan sonra informel grup yapılarının ve kanallarının da yönetimin amaçlarını gerçekleştirmede çok önemli katkılar yapabileceği ortaya çıkmıştır.

Neoklasik yaklaşımın temel kavramları, insanların sadece fizyolojik değil sosyal varlıklar oldukları, birbirlerinden farklı yapılarının bulunduğu, davranışlarının her birinin bir nedene dayandığı, insanlar ile örgütler arasında karşılıklı bağımlılıkların bulunduğu ve işletme örgütlerinin birer sosyal sistem olduklarıdır. Klasik teorinin rasyonellik, ekonomik insan, iş, görev, düzen, disiplin ve örgüt yapısı gibi üzerinde önemle durduğu kavramlara karşılık, neoklasik ya da insan ilişkileri yaklaşımı, insan davranışları, gruplar, sosyal insan, kararlara katılma, tatmin ve motivasyon gibi değerleri ön plana çıkartmıştır. Öte yandan neoklasik yaklaşım, aşırı işbölümüne, otoritenin merkezleşmesine, sıkı ve dar kontrol alanına karşı çıkarken örgüt içindeki informel gruplara önem vermiş ve insanların öncelikle psikososyal gereksinimlerinin karşılanması gerektiğini savunmuştur.

Her iki klasik anlayışın ileri sürdüğü biçimsel örgüt yapısını belirleyen unsurlar ve ilkeler, yönetim biliminin daha sonraki aşamalarında eleştiri almış olmakla birlikte, bunların yönetim uygulamaları üzerinde çok güçlü etkileri bulunmaktadır. Günümüzde bile bu yaklaşımların temel ilkeleriyle hareket eden geleneksel yönetim anlayışlarının olduğu söylenebilir.

Klasik yönetim anlayışına dayalı geleneksel yönetimin temel özellikleri şunlardır:
– Fiziki ve maddi sermaye çok önemlidir; birincil kaynaktır.
– Makinelerin ve fiziki emeğin üstünlüğü hâkimdir; insan unsuru ikinci derecede önem taşır.
– Üretim merkezi temel olarak fabrikadır.
– Merkeziyetçilik hâkimdir.
– Büyüklük, etkenlikle eş anlamlı olarak kullanılır.
– Sermayenin özel mülkiyeti vardır, serbest rekabet ve kâr maksimizasyonu çok önemlidir.
– İşler dikkatli bir şekilde tanımlanır ve uzmanlaşma sağlanır.
– Mavi yakalı işçiler ile beyaz yakalı memurlar arasında belirgin bir fark vardır.
– Dik bir hiyerarşik yapı vardır, yetki sorumluluk ilişkileri ayrıntılarıyla belirlenir.
– Temsili demokrasi geçerlidir, insan haklarına bağlılık vardır ve insancıllık ilkesi benimsenir.

Yönetimin gelişim süreci içindeki teorilerin özelliklerini betimlemek.

Yönetim kavramı insanların topluluklar halinde yaşamaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Biçimsel veya biçimsel olmayan boyutlarıyla yönetim, her dönemde ve her ortamda insanların amaçlarına ulaşmak için yararlandığı en etkili araç olmuştur: Devlet içinde, orduda, kabilelerde vb. Tarihe yön veren büyük imparatorluklar yönetilmiş, yıllarca süren savaşların stratejileri belirlenmiş, insanların işbirliğiyle ihtişamlı yapıtlar yaratılmıştır. XVIII. yüzyıldan itibaren, Sanayi Devrimi ile birlikte üretimin şekil değiştirmesi, yönetim kavramının bilimsel olarak ele alınması gereksinmesini ortaya çıkarmıştır. Teknolojik gelişmeler ve üretim kapasitesinin artışına paralel olarak işyerlerinin ve işgücünün düzenlenmesi sorunlu hale gelmiştir (Şekil 6. 4) .

Yönetim kavramının gelişimi

Bilimsel yönetimin doğuşunda R. Owen, C. Babbage ve H. V. Poor çalışmalarıyla yardımcı olmuşlardır. XIX. Yüzyılın başlarında sanayicilerden R. Owen, yönetimin öncülerindendi ve 1800 ile 1828 yıllarında yararlı çalışmalar yapmıştı. Owen fabrikada iş koşullarını iyileştirdi, çalışanlar için çalışma saatlerini azalttı, fabrika işçilerine yemek yardımı yaptı. Charles Babbage ise bilim adamı ve matematik profesörü olarak çalıştı. 1822’de mekanik hesap makineleri ile ilgili buluşuyla tanınan Babbage “Yönetim Açısından Makineler ve İmalatçıların Ekonomisi” isimli eseriyle önemli bir aşama sağlamıştır. Yönetim düşüncesinin gelişimine katkı sağlayan pek çok isim ve çalışmadan söz etmek mümkün. Bu konunun ayrıntılarını Yönetim İlkeleri dersinde göreceksiniz. Bu Ünitede, Yönetim kavramının bilimsel anlamda ele alındığı teorileri kısaca açıklamakla yetineceğiz.

Klasik Yönetim Teorisi

Klasik yönetim düşüncesini oluşturan teoriler, genel hatlarıyla başlıca üç grupta incelenebilir: “Bilimsel Yönetim” “Yönetim Teorisi” ve “Bürokrasi Modeli”. Klasik düşüncenin temel varsayımları, önceden belirlenmiş ilke ve kurallara göre, organizasyonun tıpkı bir makine gibi işletilmesi üzerine kurulmuştur. Klasik yönetim teorisi ile ilgili üç yaklaşım da, etkinlik ve verimliliğin arttırılması için hangi ilkelere uyulması gerektiğini araştırmıştır: Bilimsel yönetimde, üretim süreçlerinin planlanması ve kontrolü; yönetsel teoride, hiyerarşik yapılanma; bürokrasi modelinde ise, bürokratik iç etkinlik ve verimlilikle ilgilenilmesi ve dış faktörlerdeki değişikliklerin göz önüne alınmaması, klasik yönetim düşüncesinin kapalı sistem örgüt modeline dayandığını açıkça göstermektedir.

Bilimsel yönetim, üretim artışını amaçlamıştır. XX. yüzyılın başlarında Amerika’da yeterli iş bilgisine sahip işçi sayısı oldukça azdı. Üretimi arttırabilmek için, işçilerin verimliliğini yükseltmek ve işin bazı bölümlerini çıkardıktan sonra işi bütünleştirmek gerekiyordu. Görevlerin belli bir sırası olmalıydı. Bir işi en iyi yapmanın bir tek yolu vardı. Taylor da bilimsel yöntemi oluşturacak prensipleri yavaş yavaş ortaya koymaya başladı. Edindiği fikir ve tecrübelerini Midvale Çelik, Simonds Haddehanesi ve Berhlehem Çelik şirketlerinde geliştirdi. Midvale Çelik’te çalıştığı yıllarda, yönetim sistemini üretim hakkında zaman etüdü üzerine dayandırdı. Alışagelmiş yöntemler kullanan çelik işçilerinin, işler üzerinde ne kadar zaman harcadığını analiz etti. Zaman etüdü çalışmalarıyla, bir işçinin en iyi işi en kısa zamanda nasıl yapabileceğini belirledi. Eldeki mevcut araçlarla ne kadar işçiye ihtiyaç duyulduğunu araştırdı.

Yönetsel teorinin öncüsü Fayol, yönetime farklı bir açıdan bakmıştır. Fayol, yönetimin tanımını yönetim fonksiyonlarına dayandırarak yapmış ve yönetimi “… ileriyi görmek, örgütlemek, kumanda etmek, koordinasyon sağlamak ve kontrol etmek” şeklinde tanımlamıştır. Fayol, yönetime ilişkin 14 ilkeyi ortaya koymuştur. Fayol’un 14 ilkesini, J. L. Gibson ve diğerleri de; yapısal, süreç ve sonuç ilkeleri şeklinde sınıflandırmaktadır.

Yönetime ilişkin ilkeler

Max Weber’in önerdiği yapısal ilkeleri içeren bürokrasi modeli, düzen ve disiplini ifade eder. Weber, örgütsel yapılanmanın ve işleyişin belli hiyerarşik kurallara uygun biçimde gerçekleştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Klasik yönetim düşüncesinde, özellikle, bilimsel yönetimde “insan” makinenin bir parçası gibi görülür. Sistemler standartlaştırılmıştır ve biri diğerinin yerine geçebilir. Klasik yönetim düşüncesinde örgüt kapalı ve mekaniktir. Kapalı sistem örgüt modelinde, çevre ile ilişkiler ve çevre etkileri dikkate alınmaz. Klasik yönetim düşüncesinin kapalı sistem örgüt modeline dayanmasında klasik firma teorisinin etkisi olmuştur. Klasik yönetim düşüncesinin gelişmesinin en yüksek düzeye ulaştığı 1930’lu yıllara gelindiğinde, yönetim düşüncesinde “insan ilişkileri yaklaşımı” adı altında yeni bir bakış açısı geliştirilmeye başlanmıştır. Bu yeni akımın gelişmesinde, hem değişen dünya konjonktürü, hem de klasik yönetim düşüncesinin eksik yönleri etkili olmuştur.

“21. yüzyıla girerken, bürokrasi ve diğer örgütlenme biçimlerinin, katılığı ve diğer olumsuz işleyiş özellikleri nedeniyle artan ölçüde eleştirildiğine tanık oluyoruz. 1980’ler ve 90’larda önem kazanan toplam kalite hareketi ve esnek, ekibe dayalı örgütlenme eğilimi, bu sorunlara yönelik bir ilk tepkiyi ve örgütlenmenin mekanik olmayan diğer biçimlerini bulma gereksinmesini ifade ediyordu. Tarihsel açıdan, mekanik örgütlenme yaklaşımı makine çağına aittir. ”


Marx ve Çatışma Modeli

Sınıf kavramı ilk defa Marx tarafından ortaya atılmamakla beraber, kendisi bu kavramın endüstriyel toplumlardaki önemine değinmiş ve dikkatleri çekmiştir. Marx kuramını 1800’lerin İngiltere’sinde endüstrileşmenin en ileri olduğu bir ülkede geliştirmiştir.

Marx toplumsal sınıflardan sık sık ve çok söz etmesine rağmen zaman zaman tutarsız tanımlamalar da yapmıştır. Marx için sınıf, bir makro grubun üretim sürecinde belirgin bir mevkii işgal etmesi demektir. Böylece bir sınıfın varlığını belirten özellik, onun üretim sürecindeki mevkii veya pozisyonudur.

Marx’tan toplumsal sınıfların tanımım sınıf mücadelesinden bağımsız olarak ele almak pek mümkün değildir. Diğer bir deyişle Marx’a göre tarih, sınıflararası bir mücadeledir. Toplumsal sınıflar da bu mücadelede yer alan en belirgin ve büyük bir role sahip aktörlerdir.

Siyasette ve sosyolojide etkileri hala süren Karl MarxToplumsal değişme ise Marx’a göre üretim araçlarına sahip olan grupla (burjuvazi) sahip olmayan grubun çatışması sonucu ortaya çıkan bir olgudur. Marx’a göre işçi sınıfı, emeğin kullanım değeri ve piyasa (değişim) değeri arasındaki fark olarak tanımlanan artı değeri üretir. Burjuvazi ise bu değere sahip çıkar. Burjuvazi üretim araçlarına sahip olduğu için bu değeri elinde tutmaktadır. Böylece Marx’a göre toplumdaki haksızlıklar özel mülkiyete dayanır.

İnsanlar ilk çağlarda tarımla uğraşırlarken toprağa kimse sahip olmadığı için kimse kimseyi sömürmemekteydi. Ancak, Marx özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla köle sahipleri köleleri, asiller asil olmayanları ve köylüleri, kapitalizmle birlikte de burjuvazi, çalışan emekçileri veya kendi deyimiyle proletaryayı sömürmeye başladı. Böylece üretim araçlarına sahip olan katmanla, olmayanlar arasında bir mücadele doğdu. Ancak, bu iki sınıf arasındaki ilişki sabit değil, dinamik bir ilişkidir.

Çünkü sınıflar arasındaki ilişkiler geliştikçe bir yandan sermaye birikir, diğer yandan çalışanlar ancak karınlarını doyuracak miktarda -hatta bazen daha az- para kazandıkları için fakirleşirler. Bu fakirleşme süreci içinde sömürücü varlık burjuvazi, sömürdüğü büyük kitlelerle karşı karşıya gelir. Toplumdaki haksızlıklar arttığı için sistem bir noktada çatlar ve Marx’ın devrim olarak nitelendirdiği olay meydana gelir. Diğer bir deyimle sınıf çatışmasının giderek artması sonucu sistemin çatlaması devrimi doğurur. Devrim sonunda herkes işçi sınıfına dahil olacağı için Marx zamanla, sınıfsız topluma ulaşacağını söyler.

Marx’a göre burjuvazi ve proletaryanın çıkarları birbirine tamamıyla zıttır. Ekonomik üretimi elinde bulunduranlar (fabrikalar ve büyük çiftlikler) karlarını maksimize etmek çabasındadırlar. Buna karşın işçiler ise ücretlerini ve diğer yan ge lirlerini arttırma mücadelesi içindedirler. Ancak kapitalistlerin elinde tuttukları ekonomik güç, onlara bir takım politik etkinliklere katılma hatta mevcut politikayı değiştirme olanağı vermektedir. Bu nedenle proletaryanın ortaya attığı bir takım organize tepkileri giderebilme olanağına sahiptirler.

Ancak işçiler organize bir gücü oluşturmamalarına, halta bir sınıf olduklarının bilincinde olmamalarına rağmen, zamanla bir sınıf üyeliği oluşturabilmektedirler. Marx buna sınıf bilinci demektedir. Böylece sınıf bilinci ile işçi sınıfı, burjuvazi ile olan ilişkilerinin farkına varmakta ve buna uygun davranışlar geliştirme çabasına girmektedir. Bütün bu çabalar sonucunda ise amaç, sınıfsız bir topluma ulaşmaktır. Bu da ancak proletaryanın bilinçlenip bir ordu kurup, mevcut sistemi yıkıp, özel mülkiyeti ortadan kaldırmasıyla mümkün olacaktır.

Marx’a göre toplumların tarihi, sınıflar arasındaki mücadeleler tarihidir. Toplumsal sınıflarda devirlerinin ekonomik ilişkilerinin ürünüdürler. Böylece Marx tarihte her zaman bir toplumun ekonomik yapısının (alt yapının), üst yapıyı ve üst yapısal kurumlan oluşturduğunu ispatlamaya çalışır.

Marx sınıflar arası mücadelenin temel nedeni olarak, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti gösterir. Bu modele göre tarihi açıdan iki önemli sınıf, burjuva ve proletaryadır. Ancak Marx toplumda diğer grupların ve mesleklerin olduğunun da farkındadır. Zanaatkâr, serbest meslek elemanları, memurlar, teknik adamlar gibi. Ancak bu sistem içerisinde anlamlı olan iki ilişki vardır: Üretim araçlarına sahip olanlar; bir başkası için çalışan veya emeğini kiralayanlar.

Marx’a göre toplumsal gruplar giderek önemlerini kaybedecek ve iki sınıftan biriyle bütünleşecektir, iki büyük grup böylece, önce ekonomik daha sonra da zorunla olarak siyasal mücadelenin temel öğeleri olarak belireceklerdir. Ancak, Marx’ın diğer meslek gruplarının soyutlayarak önerdiği ikili sınıfsal yapı. bugün artık bir orta sınıf gerçeği ile karşı karşıyadır. Ancak, bunların üretim sürecinde nasıl bir yer kapsadıkları, artı değerlerin paylaşılmasına katılıp katılmadıkları ya da aksine emeklerini satma durumunda olup olmadıkları tartışma konusudur.

Orta sınıf gerçeği nedeniyle Marx’ın sözünü ettiği bu ikili yapının geçerliliği zayıflamıştır. Çünkü mühendislerin, büro memurlarının, zanaatkârların yani sanayide daha fazla işgücü istihdam eden hizmet sektöründe bulunanların, üretim sürecindeki mevkilerinin hangi ölçütlere göre belirleneceğini, Marx’a göre açıklamak mümkün değildir. Marx’ın önerdiği iki katmanın arasına bir üçüncü toplumsal unsur karışmış bulunmaktadır.

Marx’ın görüşlerini, çağımıza tam anlamıyla uygulamamız pek olası gözükmemektedir. Her şeyden önce Marx görüşlerini endüstrileşmenin başlangıç dönemlerinde, endüstriyel koşulların en ağır olduğu bir çağda kaleme almıştır. Dolayısıyla içinde bulunduğu şartlar, düşüncelerini de yoğun bir biçimde etkilemiştir. Artık insanlar on sekizinci yüzyılın o ağır koşullarında yaşamamaktadırlar. Sömüren ve sömürülen ilişkisi o çağlarda olduğu gibi değildir.

Yukarıda da belirtildiği gibi artık gittikçe genişleyen bir orta sınıf, yeni yeni mesleklerin ortaya çıkışı Marx’ın fikirleriyle uyum içinde değildir. Tarih içeresindeki birçok yeni gelişmeler, insanlık yolunda atılmış birçok yeni atılımlar söz konusudur. Özellikle, ücret, emeklilik hakkı, sosyal güvenlik, kıdem ve sendikalaşma yolunda çok olumlu gelişmeler meydana gelmiştir. Artık, işçi sınıfının yoğun bir biçimde ezilmesi söz konusu değildir.

Günümüzde insanlar başkaları için oldukları kadar kendileri için de çalışmakta, kendi açtıkları şirketlerde hizmet vermektedirler. Bugün birçok mavi yakalı endüstri işçisi ya da ustabaşısı beyaz yakalı memur sınıfından çok daha fazla ücret alabilmektedir. Bu nedenle Marx’ın ortaya attığı radikal fikirleri, çağdaş topluma uygun hale getirecek bir takım çabalara ihtiyaç vardır.

STATÜ KAVRAMI 

İnsanlığın var olduğu tarihten bugüne tüm toplumlarda çeşitli şekillerde sınıfsal yapılar görülür. Toplum üyelerinin birbirinden farklılaşan eğitim, gelir, meslek gibi özellikleri toplum içinde farklı konumların da belirleyicisidir. Toplumsal sınıf, toplumda hemen hemen eşit konumda bulunan, davranış, değer ve yaşam biçimleriyle görece olarak özdeş ve öbür gruplardan farklılaşan bir grup insanı tanımlamaktadır.

Toplumsal sınıflarda altı temel özellik söz konusudur (Loudon/Bitta, s. 236-241) :
1. Toplumsal sınıflar bireylerin statüsünü (konumunu) ortaya koyar: Toplumsal sınıf ve statü kavramları birbirleriyle ilişkili olmasına karşın eş anlamlı değildir. Statü, bireyin toplumda öbür üyelerce algılandığı yerdir. Bu nedenle bireyin statüsü yalnızca içinde bulunduğu toplumsal sınıfa değil aynı zamanda bireyin özelliklerine de bağlıdır. Aynı toplumsal sınıfta yer aldığı halde farklı statülere sahip bireylerin var olduğu düşünüldüğünde statü, bir dereceleme süreci olarak da tanımlanabilir.

2. Toplumsal sınıflar çok boyutludur: Toplumsal sınıf, meslekten gelire kadar birbirinden farklı çok sayıda ölçütün oluşturduğu bir bütünlüğe dayanır. Birbirlerini etkileme özelliği olan boyutlar, pazarlamada önemli bir yere sahiptir. Toplumsal sınıf ölçümlerinde özellikle bazı boyutların daha güvenilir olduğu kabul edilir. Örneğin gelir, toplumsal sınıf belirlemesinde genellikle yanıltıcı bir ölçüt olurken, meslek ölçütü tam aksine önemli ipuçları sağlayabilme ve tek başına belirleyici olma özelliğine de sahiptir. Bununla birlikte “siz, yaşadığınız yersiniz”, düşüncesine dayanan barınma şekli ya da demografik etkenler farklı ölçütleri oluşturur. Toplumsal sınıf belirlemelerinde görülen farklı boyutlar, pazar bölümlemenin ve stratejiler geliştirmenin temel kaynaklarıdır.

3. Toplumsal sınıflar basamaksaldır: Toplumsal sınıflar, yüksek statüden düşük statüye doğru sıralanan dikey bir basamaklaşma gösterir. Bu basamaklaşma, toplumsal konumu da belirler. Bireyler statüye dayalı olarak bulundukları basamakta belirli sınıflarda yer alabilirler.

4. Toplumsal sınıflar davranışları sınırlar: Toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiler oldukça sınırlıdır. Aynı toplumsal sınıf üyelerinin kendi içerisinde birbirlerine benzer değer ve davranış kalıpları geliştirmeleri, benzer meslek, eğitim ve gelir düzeyi ya da yaşam biçimine sahip olmalarının sonucudur. Bu durum farklı sınıf üyelerinin aralarındaki iletişimi sınırlayıcı bir etkiye sahiptir. Pazarlamacıların farklı toplumsal sınıflara yönelik farklı ürün, reklam ve öteki pazarlama stratejilerini geliştirmelerinin nedeni de davranışlarda görülen sınırlardır.

5. Toplumsal sınıflar özdeştir (homojen) : Her bir sınıfın benzer tutum, davranış ve ilgi alanlarına sahip bireylerden oluşması, toplumsal sınıfın özdeş görülmesini sağlar. Bu özellik pazarlamacılar için, grup üyelerinin benzer medya kanallarını kullanacağı, benzer ürünleri satın alacağı ve benzer mağazaları yeğleyeceği anlamı taşır. Özdeş olma, pazarlamada toplumsal sınıflara dayanan pazar bölümlemesi yapma ve pazarlama karması geliştirme sürecinde son derece önemlidir.

6. Toplumsal sınıflar dinamiktir (devingen) : Kapalı toplumsal sistemlerde birey, doğduğu toplumsal sınıftan başka bir sınıfa geçiş yapamazken açık sistemlerde alt sınıftan üst sınıfa geçme olanağı vardır. Ancak bu tür bir geçiş çok sık olmamakla birlikte uzun bir zamanı da alır. Örneğin, tek başına gelir artışı bir üst toplumsal sınıfa geçmede (sınıf atlamada) yeterli değildir. Gelir ile birlikte eğitim düzeyinin de artması gereklidir.

MAVİ; BEYAZ; ALTIN YAKALI İŞÇİLER 

Sanayi toplumunda mavi yakalılar (makine işçisi) olur (bakınız Almanya Acı Vatan Filmi),

1970 ve 1980’lerde beyaz yakalılar (masa başı işçileri; sekreter, katip, memurlar vb) tanımı ortaya çıkmıştır.

1990’lı yılların sonuna gelindiğinde ise, teknolojideki gelişmelere paralel olarak bilgi çağına gelinmiştir. Bu çağda artık yeni işçileri, bilgi işçileri ortaya çıkmıştır. Bunlar hem çalışır, hem teknoloji, hemde know-how üretir: Bu işçiler daha az iş bulma sıkıntısı çekerler: Bu tip kişiler devlet kurumlarında çalışamazlar. Ast-Üst İlişikisi ve iş çevresinin Yöneticiyi düşünmeden dinlediği yerlerde yer alamazlar. Takım çalışması ve yönetişime yatkındırlar. Çevrenin köle şeklinde mantıksızca iş yerinde yönetice itaat ettiği yerlerde çalışamazlar 

  • Kendilerini yaptıkları işe adarlar,
  • İşlerini severek yaparlar, tecrübelerini kullanır ve sorumluluk sahibidirler,
  • Çalıştıkları kuruma pozitif yönetişim ve değer katarlar,
  • Sorun üretmezler, sorunlara çözüm üretirler,
  • Problem olduğunda çevresini suçlamazlar, çözüm için harekete geçerler,
  • Teknolojiyi çok iyi kullanırlar,
  • Olaylara kim sorusunu değil, ne ve neden sorularını sorarak yaklaşırlar,
  • Yaptıkları işleri sahiplenirler, çevresindekilere lider olur ve heyecan verirler,
  • Vermek” kelimesini, “almak” kelimesinden daha çok kullanırlar,
  • Sürekli yenilik üretirler ve proje geliştirirler,
  • Ürettikleri projeleri hemen hayata geçirirler, çeviktirler,
  • Değişime çabuk adapte olurlar, esnektirler,
  • Motivasyonları bozulmaz, kendi kendilerini motive edebilirler,
  • Eğitimi talep ederler, kendi istekleri ile eğitime giderler,
  • İşletme içi aktivitelerde birbirleriyle yarışırlar, katılımcıdırlar,
  • Ekip çalışması ve başarısını bireysel çalışma ve başarıya tercih ederler,
  • Eleştiriye ve iletişime açıktırlar,
  • Sadece iş hayatında değil, aile hayatında da sorumluluk sahibidirler.

 BU KONUN TEMEL ÖZETİ:

Bilimsel Yönetim Yaklaşımı

  TAYLOR Þ Kişisel Düzey – İş Dizaynı

Yönetim Süreci Yaklaşımı

  FAYOL Þ Örgütsel Düzey - Örgüt Dizaynı

Bürokrasi Yaklaşımı

  WEBER Þ Toplumsal Düzey – Toplum Dizaynı

SONUÇ:  

 Kişisel ve örgütsel verimi artırmak amacıyla, insanın bir makine gibi çalıştırılacağı varsayımına dayanır. Bu nedenle kesin kuralları vardır. Yani katılık hakim olup, esneklik yokturÖrgüt ve örgüt çalışanlarının veriminin artması için insanı makine gibi gören bir anlayış vardır.

Fordist Üretim  (http://www.universite-toplum.org/)

Fordist üretim örgütlenmesi, bir montaj hatı boyunca yapılan kitlesel üretime dayanır.

Bu üretim modelinde her işgören bir bant (hat) boyunca basitleşmiş belli bir iş yapar ve bu basit iş sürekli tekrar eder.

Üretimin belirli aşamalarında ve belirli bölümlerin sorumluluğu altında kalite kontrolü yapılır.

Fordist üretim modelinde, basit ve tekdüze yapısı işin giderek monotonlaşmasına yol açar.

Bu da işgörenlerin yaptıkları işten haz duymalarını ve doyuma ulaşmalarını engeller.

Yapılan örgütsel araştırmalar, işgörenlerin dar sınırlar içinde tekdüze çalışmalarının onlarda birçok devinimsel, psikolojik ve toplumsal davranış bozuklukları yarattığını, çevreleri ile ilişkilerinin bozulduğunu, yaratıcı güçlerinin yok olduğunu ortaya koymuştur. İşgörenlerin iş duyumunu ve verimlerini olumsuz etkileyen bu durum aynı zamanda örgütün üretimini de düşürdüğü düşünülür.

Fordist üretim örgütlenmesi, gerek bilimsel teknik gelişmeler, gerekse de kendi iç evrimi sonucunda bir dizi değişikliğe uğramıştır. 1970'lerde krize giren fordist sistem, bazı hamlelerle özellikle gelişmemiş veya az gelişmiş ülkelerde adeta yeni bir tür açık pazarlar ve kimi sanayilerin kaydırıldığı ucuz işgücü cennetleri yaratmaya dayalı yeni bir model geliştirmiştir. Fordist sistemde üretimin tüm aşamaları baştan sona bir fabrika kompleksinde gerçekleştirilirken, artık üretimin çeşitli aşamaları değişik yerlerdeki yeni üretim yerlerine kaydırılabilmiştir.

Bu gelişmeler, bir fabrika kompleksinde bir araya gelen işgören kitlelerini parçalamış, artık merkez fabrikalar sadece montaj, araştırma geliştirme ve pazarlama çalışmalarının yapıldığı yerler haline gelmiştir. Bu çerçevede bugün ISO 9001 türü yeni standartlaşmalarla “geçişkenlik” artırılmış, bu şekilde aynı fabrikada değişik firmalar için üretim yapılabilmesinin olanakları ortaya çıkmıştır. Böylece firmaların bağımlılıklarını azaltan “seçme özgürlükleri” giderek genişlemiş, taşeronlaşmayla sendikalı, sigortalı işgörenler yerine geçici, hiçbir hakkı olmayan, çok ucuza çalıştırılan işgörenlere üretim yaptırılmıştır. Fabrika içerisinde de departmanlar farklı şirketlere bölünerek aynı şeyler yapılmış, eski çalıştıkları tezgahlarda çalışmaya devam edebilmek için istifa edip “başka bir şirkette işe girmeye” zorlanan işgörenler, işsiz kalmamak için sosyal ve kıdem haklarından vazgeçmek zorunda bırakılmışlardır. Kalite çemberleri yöntemiyle bir üretim bandının sürekliliği içersinde geçmişte birbirine bağlı bir bütün oluşturan departmanlar, birbiriyle rekabet halinde, birbirinin hatasını kollayan/denetleyen birimlere dönüştürülmüşlerdir 

 NEO- KLASİKÇİLER 1930-1960 ARASI

POST FORDİZM  

 

İşte bu aşamalardan geçen fordist üretim örgütlenmesi, yerini kendisinin daha gelişkin bir biçimi olan post-Fordizme bırakmıştır. Kelime anlamı “fordizm sonrası” olan post-fordizmde büyük fabrikalar bölünüp parçalanmış, üretim giderek daha küçük işletmelere, atölyelere kaydırılmıştır. Bilgisayar ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler sayesinde üretim dünyanın birçok yerinde, aynı anda örgütlenebilir ve aynı anda örgütlenmesi değiştirilebilir hale gelmiştir. Aynı biçimde dünyanın birçok değişik yerindeki üretim birimleri bu toplam üretime girip çıkabilmektedir. Bu sayede dünya çapında işgücü piyasası borsasının zemini de ortaya çıkabilmekte, bir ülkede sendikal hareketlerle işgören ücretlerinin artması, üretimin ücretlerin daha düşük olduğu başka bir ülkeye kaydırılabilmesine olanak sağlamaktadır. Bunun için tek yapılması gereken bazı telefon görüşmeleri ve hammaddelerin farklı bir fabrikaya yönlendirilmesinden ibarettir. Üretilecek şeyin kalıbı, niteliği vb. tüm özellikleri internet aracılığıyla aktarıldıktan sonra firmaya kalan, kalite kontrolü ve pazarlamadır. 

Sadece üretime odaklanarak insan faktörünü (işgörenleri) ihmal eden ve kırılması güç bir uyuşukluk hali yaratan Fordist üretim örgütlenmelerinde yaşanan sorunları ve güçlükleri aşmak iddiasındaki post-Fordist üretim örgütlenmesi; örgütün yaşanan değişmelerden daha az etkilenip değişen koşullara daha hızlı uyum sağlamasını amaçlar ve üretimin standartlaştırılması ve örgütsel verimin yükseltilmesine odaklanır. Bu model, değişen tüketici (müşteri) taleplerine paralel olarak kaliteli ürün üretmeyi esas alır. Kalite kontrolü, Fordizm'de olduğu gibi üretimin belirli aşamalarında ve belirli bölümlerin sorumluluğu altında değil, sürekli olarak yapılmaktadır.

Örgütte “kalite kültürü”nün yerleştirilebilmesi için de çoklu becerilere sahip işgörenlerin yetiştirilmesi ve bunlara kendilerini geliştirme olanaklarının tanıması gereklidir. Post-Fordizm'de bunu sağlamaya yönelik olarak üretim hattı yerine motorize kariyerlerde çalışanların farklı işleri yapmaları sağlanır. Ayrıca işte sorumluluk ve sınırlı bir otonomi verilir. Bu model kalite halkaları ve benzeri yollarla işgörenleri işle ilgili tüm süreçlere katmayı öngörür. Böylelikle işgörenlerin ve dolayısıyla örgütün verimi ve üretimi artırılmaya çalışılır.

Post-Fordizm, işgören gruplarını parçalayarak üretimi taşeronlara devretmiştir.

Taşeronlaşma, daha çok üretim sürecinin doğrudan parçası olmayan bir kısmının başka birine aktarılması, alt sözleşme ise üretimin bizzat kendini oluşturan süreçlerin bir bölümünün başka/küçük birimlere aktarılmasıdır.

Küçük çaplı üretime dayanan bu mekanizmalarda, küçük işyerlerinde işgörenler, pek çok haktan ve güvenceden yoksun olarak kötü koşullarda çalıştırılabilmektedir. Özellikle az gelişmiş ülkelerde kırdan kente yaşanan yoğun göçle birlikte bu işsizlerin iş bulmak için yoğun bir rekabete girmeleri; ucuz, organize olmayan ve sürekli iş garantisi olmayan bir emek arzının varlığına neden olmuştur. Bu koşullar, ana firmadaki işgörenlerin de muhalefetine kısıtlayan bir alternatif olarak, işgörenlerin kollektif hareket etme potansiyeline zarar vermiştir. Çünkü bu küçük işyerlerinde kötü koşullarda çalışanlar örgütlenme yoluna gittikleri anda ana firma bu işyeriyle ilişkisini keserek başka bir birime yönelebilmekte ve bu küçük işyeri kapanmakta ve işgörenler işlerini kaybedebilmektedir.

Esnek uzmanlaşma sistemi, çalışanları “nitelikli” ve “niteliksiz” işgücü olarak keskin bir şekilde ayırmışve özellikleniteliksiz işgücü bundan son derece olumsuz şekilde etkilenmiştir.

Home | About | Workspaces | Lecture Notes | Course Videos | Articles | News | Online Books | International Meetings | Contact | Tags © All Rights Reserved